Süre tutum dilekçesi

Yasal boşluk nedeniyle hukuk uygulamasında kendisine yer bulan “süre tutum dilekçesi” nihayet bir hukuki dayanağa kavuştu… Fakat yasa ile değil, Anayasa Mahkemesi kararıyla… 🙂

Kararın1 ilgili kısmı:

“Temyiz süresinin, kısa kararın tefhimi ile başladığı durumlarda, temyiz süresini kaçırmak istemeyen davacı veya davalının, temyize dair yazılı iradesini ortaya koyması, usuli bir hak kaybına uğramaması bakımından kaçınılmazdır. Bu nedenle gerekçeli kararın henüz açıklanmamış olması nedeniyle temyiz gerekçelerinin bildirilemediği ve yalnızca temyiz yoluna başvurma isteğinin ortaya konulduğu dilekçeler, uygulamada “süre tutum” dilekçesi adı ile anılmaktadır.

1086 sayılı mülga Kanun’un 5236 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten önceki 434. maddesinin üçüncü fıkrasında, gerekli harç ve giderlerin eksik ödenmiş olduğu, temyiz dilekçesi verildikten sonra anlaşılırsa, kararı veren hakim veya mahkeme başkanı tarafından verilecek yedi günlük kesin süre içinde tamamlanmasının, aksi halde temyizden vazgeçmiş sayılacağı hususunun temyiz edene yazılı olarak bildirileceği, verilen süre içinde harç ve giderler tamamlanmadığı takdirde, kararın temyiz edilmemiş sayılmasına karar verileceği hükme bağlanmıştır. Dolayısıyla, bir temyiz dilekçesi kabul edildikten sonra, harç ve diğer temyiz giderlerine ilişkin eksikliklerin temyize başvuran tarafından tamamlanması konusunda gerekli girişimlerde bulunulması, ilk derece mahkemesinin görevidir. Özetle, temyiz dilekçesi verilmesine rağmen temyiz harç veya masraflarının yatırılmamış olduğu durumlarda, ilk derece mahkemesinin bu konuda başvurucuya yazılı bildirimde bulunarak, eksiklikleri tamamlamaya davet etmesi gerektiği anlaşılmaktadır.

Ayrıca, ilgili hukuk başlığı altında yer verilen İBK’de (§ 26) eksik harç ödenmesi halinde yapılacak işlemlere ilişkin 1086 sayılı mülga Kanun’un 434. maddesinin üçüncü fıkrasının, harca tabi olmasına rağmen, mahkeme kalemince harcı hesaplanıp ilgilisinden istenmeden ve dolayısıyla harç alınmadan temyiz defterine kaydedilen temyiz dilekçeleri hakkında da kıyasen uygulanması gerektiğine karar verilmiştir.

Somut olayda başvurucunun avukatının, kısa kararın tefhim edildiği ve 10 günlük temyiz süresinin başladığı 11/7/2012 tarihinde İlk Derece Mahkemesine sunduğu “süre tutum” dilekçesi şöyledir:

“Yukarıda esas numarasını belirttiğim dava dosyasında itiraz eden vekiliyim. Gerekçeli karar yazıldıktan sonra temyiz etmek üzere süre tutum dilekçemizin kabul edilmesini saygılarımla arz ve talep ederim. 11.07.2012”

Belirtilen dilekçe, düzenlendiği tarih olan 11/7/2012 tarihinde İlk Derece Mahkemesi hakimi tarafından Mahkeme dosyasına havale edilmiştir. Yukarıda yer verilen mevzuat hükümleri çerçevesinde, hakimin havale işlemi, kanun yoluna başvuru prosedürünün başladığını, dilekçenin hakim tarafından görülerek İlk Derece Mahkemesinin uhdesine girdiğini göstermekte olup, bundan sonra dilekçe hakkında yapılacak işlemlerden Mahkeme personeli ile kanun yoluna başvuran tarafın ortaklaşa sorumlu olacaklarının kabulü gerekir. Buna rağmen, daha sonra Yargıtay tarafından bir temyiz dilekçesi olarak değerlendirilen 11/7/2012 tarihli dilekçesini harçlandırması gerektiği konusunda başvurucuya herhangi bir bilgilendirme yapılmadığı anlaşılmaktadır.

Gerekçeli kararın tebliğini müteakiben başvurucu, gerekçeli temyiz taleplerini içeren dilekçesini, temyiz harcını da yatırmak suretiyle, 14/8/2012 tarihinde İlk Derece Mahkemesine sunmuştur. Başvurucunun temyiz talebine ilişkin işlemleri olağan bir şekilde yürütmeye devam eden İlk Derece Mahkemesi, dava dosyasını, temyiz incelemesi yapılmak üzere Yargıtaya göndermiştir. Dolayısıyla başvurucunun, hangi aşamada hangi işlemleri eksik yaptığını bilip öngörebilme ve eksiklikleri giderme fırsatına da sahip olamadığı görülmektedir. Ayrıca başvurucunun temyiz gerekçelerini içeren dilekçesini kabul ettikten sonra, temyiz dilekçesi için yapılması gereken işlemleri yerine getiren İlk Derece Mahkemesinin bu tutumu, başvurucunun sunduğu “süre tutum” dilekçesini bir temyiz dilekçesi olarak değil, salt temyiz süresini durdurmaya matuf bir ön bildirim olarak değerlendirdiğini ortaya koymaktadır. Bu çerçevede başvurucunun, “süre tutum” adı altında sunduğu dilekçesini temyiz başvurusu olarak nitelendirme ve eksikliklerin giderilmesini sağlama noktalarında, İlk Derece Mahkemesince sergilenen pasif tutumun sonuçlarına katlanması beklenemez.

İlgili yasal mevzuat çerçevesinde, dosyasına havale edilen temyiz dilekçesi hakkında, Mahkeme personeli tarafından bir kayıt işlemi yapılması gerekmekte olup, bu işlemin tamamlanması bakımından eksik görülen hususların ve yapılması gerekenlerin, işlemin doğası gereği, başvurucuya bildirilmesi gereklidir.

Ayrıca, temyiz prosedürüne ilişkin kuralları düzenleyen 1086 sayılı Kanun ve diğer ilgili mevzuatta, temyiz süresinin tefhimle başladığı ve fakat gerekçeli kararın henüz açıklanmamış olması nedeniyle, davanın ilgili tarafının temyiz gerekçelerinin ortaya koyamadığı durumlarda, nasıl bir yol izleneceğinin açıkça düzenlenmemiş olması da bu konudaki uygulamanın öngörülebilirliğini zorlaştırmaktadır.

1086 sayılı mülga Kanun’da harca tabi olan temyiz isteğinin, harcın yatırıldığı tarihte yapılmış sayılacağı düzenlemesine yer verilirken, Yönetmelik’te ise kanun yolu başvurusunun, dilekçenin kaydedildiği tarihte yapılmış sayılacağı, kayıt işleminin ise, harca tabi olan işlerde ancak harç ödendikten sonra yapılabileceği düzenlemesine yer verilmiştir. Buna göre temyiz tarihi olarak Kanun’da harcın yatırıldığı tarih, Yönetmelik’te ise dilekçenin kaydedildiği tarihin esas alındığı görülmektedir. Bu çerçevede, belirtilen iki düzenleyici metin arasında, kanun yoluna başvuru tarihinin belirlenmesinde esas alınacak işlem bakımından da bir uyumsuzluk olduğu göze çarpmaktadır.

Sonuç itibarıyla, temyiz başvurusuna ilişkin mevzuattaki eksik ve kendi içinde uyumsuzluk arz eden düzenlemelerin neden olduğu belirsizlik somut uygulamaya da yansımış olup, bu çerçevede, başvurucunun temyiz talebinin reddedilmesinin, mahkemeye erişim hakkı bakımından öngörülebilir ve dolayısıyla kanuni bir müdahale olduğunun kabulü mümkün değildir.

Kaldı ki başvurucu, kanuni süresi içerisinde İlk Derece Mahkemesinin kararına karşı temyiz yoluna başvurma yönündeki istek ve iradesini ortaya koymuş olup, gerekçeli kararın kendisine tebliğinden altı gün sonra da temyiz gerekçelerini içeren dilekçesini sunmuş ve temyiz harcını ödemiştir. Buna göre, başvurucunun temyiz kanun yoluna başvurma konusunda özensiz bir tutum sergilediği söylenemez.

Açıklanan nedenlerle, öngörülebilir ve dolayısıyla kanuni olmayan müdahale sonucunda, İlk Derece Mahkemesinin nihai kararının hukukiliğini denetletme imkanından mahrum kalan başvurucunun, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.”

Vefat eden kişi adına bireysel başvuru

Vefat eden kişinin hak ihlaline uğradığı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne onun adına ölümünden sonra bir başkası tarafından bireysel başvuru yapılamaz.

Böyle bir olayda, vefat eden kişi hakkında bireysel başvuruda bulunan avukat hakkında Anayasa Mahkemesi’nce, mahkemeyi yanıltıcı davranışta bulunulması gerekçesiyle 6216 sayılı Yasa’nın 51. maddesine istinaden 2.000 TL disiplin para cezası verilmiştir.

İlgili karar metnine şuradan ulaşılabilir.

Mesleğin karanlık geleceği

Türkiye’de avukatlık mesleği nereye gidiyor?

Aşağıdaki ifadeler Türkiye Barolar Birliği Başkanı’na ait… Bugün yayınlanmış.

Türkiye’de kontrolsüz şekilde açılmış ve sayısı neredeyse 100’e ulaşmış hukuk fakültelerinin pek çoğunun eğitim-öğretim kalitesi maalesef istenilen seviyede değil. Devlet veya vakıf üniversitesi olsun pek çok hukuk fakültesi kabul edilebilir standartların altında eğitim-öğretim yapıyor. Daha iyi bir hukuk eğitimi için atılması gereken ilk adım hukuk fakültelerinin kontenjanlarının azaltılması ve hukuk eğitiminde standartların belirlenmesi.

Hali hazırda hukuk fakültelerine kayıtlı öğrenci sayısı 48 bin civarında. Bugünkü sistemin devam etmesi halinde beş yıl içerisinde bu öğrencilerden büyük bir bölümünün avukatlık mesleğine adım atacağı varsayılıyor. Türkiye’de halen barolara kayıtlı 87 bin avukatın mevcut olması bir yana beş yılda avukat sayısının yaklaşık yüzde 50 artacak olması, mesleği sürdürülemez hale getirecek.