Sözleşmenin devrine ilişkin sözleşme hükümleri üzerine…

İnşaat sözleşmesi, satım sözleşmesi ve benzeri özel hukuk sözleşmelerinde sıklıkla “Devir” başlıklı hükümlere rastlıyoruz.

Bu hükümlerde, sözleşmenin veya sözleşmeden kaynaklanan hak ve borçların devre konu olamayacağı, veya, devrin belirli istisnalarla mümkün olduğunun uygulamada sıkça düzenleme konusu yapıldığı görülüyor.

Bazı hükümleri farklı yürürlük tarihlerine tabi olmakla birlikte, 1 Temmuz 2012 günü yürürlüğe giren Türk Borçlar Kanunu’nda sözleşmenin devri konusu düzenlendi. Bu, önceki yasada bulunmayan, yeni bir hüküm…

MADDE 205- Sözleşmenin devri, sözleşmeyi devralan ile devreden ve sözleşmede kalan taraf arasında yapılan ve devredenin bu sözleşmeden doğan taraf olma sıfatı ile birlikte bütün hak ve borçlarını devralana geçiren bir anlaşmadır.

Sözleşmeyi devralan ile devreden arasında yapılan ve sözleşmede kalan diğer tarafça önceden verilen izne dayanan veya sonradan onaylanan anlaşma da, sözleşmenin devri hükümlerine tabidir.

Sözleşmenin devrinin geçerliliği, devredilen sözleşmenin şekline bağlıdır.

Kanundan doğan halefiyet hâlleri ile diğer özel hükümler saklıdır.

Yasa hükmü, sözleşmenin devrinin ne anlama geldiğini açıklamakla ve geçerlilik ve şekil yönünden devir sözleşmesinin, devredilen sözleşmeye tabi olduğunu düzenlemekle yetiniyor.

Türk hukukuna tabi sözleşmeler bakımından; uygulamada sıkça başvuruluyor olsa da, aslında sadece sözleşmenin devredilemeyeceğine ilişkin devir yasağı getiren maddelerin sözleşmelere yazılmalarına gerek bulunmuyor. Zira yasada da açıklandığı üzere, sözleşmenin taraflarının anlaşması olmadıkça bir sözleşmenin, taraflardan birinin iradesiyle üçüncü bir kişiye devri zaten mümkün değil.

(Bu noktada bir parantez açarak hatırlatmak isterim ki, sözleşmenin değil, sözleşmeden doğan hakların devrini yasaklayan hükümler için aynı gereksizlik hali söz konusu değildir. Alacağın veya borcun devrinden değil, sözleşmenin devrinden söz ettiğimizi unutmayınız. Uygulamada bu konu sıklıkla karıştırılıyor.)

Sözleşmenin devrini yasaklayan söz konusu hükümlerin önem taşıdığı durumlar, devir yasağına istisna getiren düzenlemeler… Bu hükümlerde istisna, hükmün kendisinden daha önemli…

Örneğin,

“Bu sözleşme, üçüncü kişilere devredilemez. Ancak aynı hissedarların hakim ortak olduğu grup içi şirketlere devredilebilir. Ancak böyle bir devir işleminden diğer taraf en geç 3 gün içinde mail ve faks ile bilgilendirilmelidir.”

gibi bir sözleşme hükmü ile karşı karşıya olduğumuzu düşünelim.

Bu hükümde birinci cümle, yukarıda bahsettiğim nedenle, etkisiz ve önemsizdir. Bu cümleyi önemli hale getiren ise devamında yer alan istisna… Zira bu istisna, yasadaki sözleşmenin devri hükmüne de istisna teşkil etmekte, yasa hükmünden farklı bir düzenleme getirmektedir. Buna göre, taraflardan biri, diğer tarafa bilgi vermek şartıyla, sözleşmeyi devredebilecek ve bunda diğer tarafın rızası aranmayacaktır.

Sözleşmenin devri yasağına istisna getiren sözleşme hükümlerinin riskli olabileceği durumlardan da söz ederek bu yazıya son vermek istiyorum.

Örneğin yukarıda yer verdiğim örnekte, aynı hissedarların hakim ortağı olduğu grup içi şirketlere devir yapılması durumunda buna izin verildiği görülmektedir. Sözleşmenin tarafı olan şirketin ortaklarının hakim ortağı olduğu üçüncü şirketin finansal durumu veya ödeme gücü, sözleşmenin tarafı olan şirketten farklı olabilir. Bu hissedarların, asgari sermaye ile yeni bir limited şirket kurduğunu ve sözleşmeyi bu şirkete devrettiklerini düşününüz. Bu durum sözleşmeye uygun olacak, ancak sözleşmenin diğer tarafını büyük finansal risk altına sokabilecektir.

Zararsız gibi görünen, sözleşmelerde sıkça rastlanılan bir devir yasağı hükmünün de yol açabileceği sonuçlar vahim olabilir. Uzman bir hukukçunun incelemesinden geçmemiş sözleşmeler, ileride büyük zararlara, sonucu öngörülemeyen ve yıllarca süren yargılamalara yol açabilmektedir. Testi kırılmadan önlem almak, en ekonomik ve akılcı yoldur.

Tüketim ödüncü (karz) sözleşmelerinde zamanaşımı

Tüketim ödüncü (karz) sözleşmelerine ilişkin olarak Borçlar Kanunu’nda yer alan 6 aylık zamanaşımı süresi tereddüt doğurabilir.

Bu konuda 818 sayılı Borçlar Kanunu’nda şu hüküm yer alır:

II – Karzın teslim ve tesellümü hakkındaki iddialarda müruru zaman : Madde 309 – Ödünç alan kimsenin verilecek şeyin teslim edilmesine ve ödünç verenin dahi o şeyin tesellüm edilmesine dair olan iddiaları, diğer tarafın bu baptaki temerrüdünden itibaren altı ay geçmekle müruru zamana uğrar.

6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 389. maddesinde ise aşağıdaki hüküm getirilmiştir:

II. Zamanaşımı MADDE 389- Ödünç alanın, ödünç konusunun teslimine ve ödünç verenin de bu şeyin teslim alınmasına ilişkin istemleri, diğer tarafın bu konuda temerrüde düşmesinden başlayarak altı ayın geçmesiyle zamanaşımına uğrar.

Kanunun lafzı bize bu hükümle ödünç verilen şeyin iadesine ilişkin zamanaşımının düzenlendiğini düşündürebilir. Oysa burada ödünç konusunun ödünç alana ödünç veren tarafından teslimine ve ödünç alan tarafından teslim alınmasına ilişkin taleplerin zamanaşımı düzenlenmektedir, yoksa verilen ödüncün ödünç verene geri verilmesinin tabi olduğu zamanaşımı değil.

Örnek verirsek daha kolay anlaşılabilir: A ile B, 10.000 TL’nin A tarafından B’ye ödünç olarak verilmesini kararlaştırırlar. Bu sözleşmeye rağmen para B’ye verilmez ise, B’nin bu paranın teslimini talep hakkı işte burada sözü edilen 6 aylık zamanaşımına tabidir. Peki A bu parayı B’ye teslim etmiş ise, parayı iade isteminin tabi olduğu zamanaşımı süresi nedir? Bu konuda özel bir düzenleme olmadığından, BK 125, TBK 146 uygulanır. Yani 10 yıllık zamanaşımı…

Bu konuda mahkemeler de tereddüt yaşamışlar fakat Yargıtay kararları istikrarlı… İki karardan alıntı yapacağım örnek teşkil etmesi için:

13. HUKUK DAİRESİ E. 1980/790 K. 1980/1127 T. 21.2.1980:

“(…) Yerel mahkemece ( dava dilekçesine ek olarak sunulan el senedi içeriğine göre davacının 28.1.1973 tarihinde bir adet reşat armalı altın ile iki adet 8 mm.lik bileziği reşat armalı altını aynen iki adet bileziği ise 3 adet olarak 30.1.1974 tarihinde geri verilmek koşulu ile davacıya ödünç verdiği ) belirtildikten sonra ( taraflar arasındaki hukuki ilişki ödünç aktidir, karzın teslim ve tesellümü ile ilgili iddialardaki zamanaşımı BK.nun 309. maddesinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre bu yoldaki iddialar diğer tarafın temerrüdünden itibaren altı ay geçmekle zamanaşımına uğrar ) gerekçesiyle davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiştir. Oysa, BK.nun 309. maddesinde yer alan altı aylık zamanaşımı süresi borç verilmesi taahhüt edilen şeyin borç vermeyi kabul eden kimse tarafından borç alana verilmesi ve ödünç alacak kimsenin verilecek şeyi istememesi halinde uygulanır. Karz sözleşmesine dayanarak para veya misli bir şey vermiş olan kimsenin geriye verilmesi için açtığı dava BK.nun 125. maddesi uyarınca on yıllıkzamanaşımına tabidir. Olayımızda da dava borç olarak verilen bileziklerin aynen olmadığı takdirde parasının geriye verilmesi isteğinden ibaret bulunmasına göre on yıllık zamanaşımına tabi bulunduğu halde BK.nun 309. maddesindeki altı aylık zamanaşımı gerçekleştiğinden söz edilerek davanın reddine karar verilmesi bozmayı gerektirir. (…)”

3. HUKUK DAİRESİ E. 2010/10456 K. 2010/10713 T. 15.6.2010:

“(…) Mahkemece, dava konusu borcun 2001 yılına ait olup, davanın 05.01.2009 tarihinde açıldığı, bu nedenle de zamanaşımının dolduğu gerekçesi ile davanın zamanaşımı nedeni ile reddine karar verilmiştir. Dava konusu uyuşmazlık, taraflar arasındaki ödünç sözleşmesinden kaynaklanan alacağın tahsili talebine ilişkindir. Borçlar Kanunu’nun 125. maddesi gereğince “Bu kanunda başka surette hüküm bulunmadığı takdirde, her dava on senelik zamanaşımına tabidir.” Mahkemece, davanın, Borçlar Kanunu’nun 125. maddesinde yazılı bulunan 10 yıllık zamanaşımına tabi olduğu, dava tarihi itibariyle de, zamanaşımı süresinin henüz dolmadığı kabul edilerek, yapılacak yargılama neticesinde işin esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucu, yazılı şekilde hüküm tesisi bozmayı gerektirmiştir. (…)”

Avukatlık için en iyi şehir?

Bu siteyi ziyaret edenlerin Google’da ne arayıp da burayı bulduklarına bakıyorum. Mesela dün listede şu da vardı: “Avukatlık için en iyi şehir”…

Bu konuda bir yazı yazdığımı hatırlamıyorum. Madem merak ediliyor, şimdi yazayım. Avukatlık için en iyi şehir nerededir bilmiyorum ama bu şehrin Türkiye’de olmadığına eminim.

Sayıları katlanarak artan vakıf üniversiteleri, devlet üniversitelerindeki astronomik hukuk kontenjanları, özellikle kamu üniversitelerinin hukuk fakültelerinde ve genel olarak akademide liyakatin çoğu kesimce geri planda tutulması, orta-lise-üniversite öğrencilerimizin ortalama profilindeki nitelik düşüşü, kısaca bir bütün olarak eğitim meselemiz, kaldırılan, kaldırılması hukuka aykırı bulunan 1 ama buna rağmen ne hikmetse yeniden uygulamaya sokulmayan avukatlık sınavı ve nihayet, tüm bunları seyreden barolar ve siyasetçiler sağ olsun, bu kadîm meslek Türkiye’de kan kaybetmeye devam ediyor.

Serbest ve bağımsız avukatlığı zorlaştıran, işsiz avukatlardan, işçi avukatlardan ve yetkin olmayan avukatlardan oluşan yığınlara yol açan, dünyada eşine az rastlanır yozlaşmış bir yapı sürüp gidiyor.

Bu yapı, her avukattan aidat toplayan baroların, ucuz iş gücü bulan işveren avukatların, ucuza iş gördüren müvekkillerin, oğulları/kızları kolayca avukat olup kolayca kârlı işler ve ucuza çalışmaya hazır işçi avukatlar temin edebilen siyasi/ekonomik iktidar sahiplerinin işine geliyor olmalı. Bu kadar geniş ve güçlü bir çevrenin işine gelen bir yapı değişir mi? Toplumun üstün yararını kişi veya grupların maddi çıkarlarına üstün tutan gelişmiş coğrafyalarda belki, ama bu diyarlarda zor.

Hukukun üstünlüğünün, hukuk devletinin, güçlülere karşı zayıf bireylerin, savunmasız çevrenin güvencesi olan bağımsız, serbest, nitelikli ve yetkin avukatlığın gördüğü zarar, aslında, topyekün toplumumuzun ve ülkemizin zarar görmesine kapı açılması anlamına geliyor. Umursayan var mı?

Yargıda ve bir kamu hizmeti olan bu meslekte kalite adeta kimsenin umurunda olmadığı gibi, emeğiyle bu mesleği sürdürmeye çalışanların nasıl geçineceği ile veya ümidini hukuk okumaya bağlayan alt-orta gelirli ailelerin çocuklarının nasıl bir haksız rekabet ortamına mecbur bırakıldığı ile de kimse alakadar değil.

Esasen, yargının bir bütün olarak güvenilirliğini her gün daha fazla yitirdiği bir hukuk sisteminde, hukukla ve meslek ilkeleriyle, olması gerektiği gibi icra edilecek bir avukatlıktan söz etmek abesle iştigal değil midir? Suyun kirlendiği bir yerde balıkların onurunun veya açlığının/tokluğunun bir önemi kalır mı?

Kimsenin moralini bozmak istemem ama sermaye ile değil emekle ve her halde şerefle ve hukukla icra edilecek avukatlık için en iyi şehri arayanlara farklı bir dilde arama yapmalarını öneririm.

(Yazı 2016’da güncellenmiştir)

Notes:

  1. Anayasa Mahkemesi, 2009/147 sayılı kararıyla, avukatlık sınavını kaldıran yasayı iptal etmiştir, ancak yasama organı bu karar doğrultusunda yeni bir kanun çıkarmadığı için halen avukatlık sınavı yoktur. Anayasa Mahkemesi’nin kararının gerekçesinde şu kısım özellikle önem taşıyor: “Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinde olan devlettir.

    Yasaların, kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle yasa koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Önceki kuralların, yeni yasayla değiştirilmesi ya da tümüyle yürürlükten kaldırılması hukukun doğal karşıladığı, genel ilkelere uygun bulduğu bir düzenleme biçimidir. Yeni kural, eski kuralı yürürlükten kaldırabilir. Bu tür düzenlemeler, yasa koyucunun takdir yetkisi içinde olan bir yasama işlemidir. Tıpkı, yürürlüğe giren yasalar gibi, yürürlükten kaldırılan kurallar da yasama tasarrufudur ve yasa koyucu bu yetkisini kullanırken Anayasa’ya bağlı kalmak durumundadır.

    Hukuk devletinin olmazsa olmaz koşulu olan “bağımsız yargı”, yargının olmazsa olmaz koşulu olan “savunma” ile birlikte anlam kazanır. Savunma, “sav-savunma-karar” üçgeninden oluşan yargının vazgeçilmez öğesidir. Adaletli bir yargılamanın varlığı, ancak avukatın etkin katılımıyla sağlanabilir. Avukatlığın önemi ve özelliği nedeniyle bu mesleğe girişin kimi koşul ve kayıtlamalara bağlı kılınması, hukuk devletinin ve adil yargılanma hakkının gereğidir.

    Avukatın seçkinliği ve üstün nitelikler taşıması, hem kamunun hem de yargının beklediği bir husus olup, bunun sağlanmasında mesleğin gelişmesine katkı kadar mesleğe seçilme de önem kazanır. Sadece temel hukuki konularda eğitilmiş olmak, bir mesleği yürütmek için yeterli olamaz. Mesleki açıdan yetkinlik, stajyerlik gibi özel eğitimlerin yanı sıra mesleğe girişte seçme ya da elemeyi de içerir.

    Yasa koyucu tarafından sınavın getirilmesindeki, savunma hakkı ve adil yargılamaya, adaletin gerçekleşmesine ve avukatlık mesleğinin niteliğine dayalı kamu yararının, sınavın kaldırıldığı tarihte de geçerliliğini koruyup korumadığının saptanması, sınavın getirildiği zamandaki koşullar, kaldırılma zamanında değişmemiş ya da ortadan kalkmamış, hatta avukatlık mesleğinin niteliği yönünden çok daha önemli hale gelmişse bunun da değerlendirilmesi gerekir.

    Öte yandan, Anayasa’nın 36. maddesinde, herkesin meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Yargının kurucu unsurlarından olan, bağımsız, serbestçe temsil eden, hukuksal ilişkilerin düzenlenmesinde, her türlü hukuksal sorun ve uyuşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesinde ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasında temel görev üstlenen avukat, hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkının da önemli bir unsurudur. Güçlü ve bağımsız savunma mesleği; hukukun üstünlüğünün, hukuksal uzlaşmanın, adil yargılanma duygusunun ve toplumsal barışın güvencesi olup bu değerler, mesleğinde yetkin bağımsız savunucularla teminat altına alınmıştır.”